Kişilik ve Psişik Travma

Kişilik ve Psişik Travma

  • 4.70

Kişilik ve Psişik Travma

Candace ORCUTT, Ph.D.

Freud’un başlangıçtaki histeri formülasyonunun, hem psişik travma teorisinin hem de patolojik kişilik oluşumu teorisinin esasını oluşturduğunu fark etmek dikkate değerdir. Anahtar kavram, tekrarlayan kalıplaşmış davranışın belleğin ve duygusallığın yerini aldığı düşüncesinde yatmaktadır. Freud’un ilk çalışmasında (Breuer ve Freud, 1895) psikopatoloji travma temelli olarak değerlendirilmektedir. Hipnoz altında ve duygusal boşalma yoluyla, davranışı sözcükler ve duygularla birleştirerek, travmatik yaşantı, bilinçli belleğe dönüştürülür ve tekrardan kurtarılır. Daha sonra Freud (1914), davranışı bilinçli belleğe dönüştürme kavramını yine de korudu ancak bu süreci psikanalist ve hasta arasındaki gelişen ilişki bağlamına yerleştirdi (366 ff).

Hastanın serbest çağrışımları ve psikanalistin dengeli bir şekilde gezinen dikkati aracılığıyla aktarma ortaya çıkar. Daha sonra, psikanalistin yorumları vasıtasıyla bilinçli farkındalığa doğru aktarmanın üzerinde durulur. Travma temelli bir kavram olan muhtelif sözcükler ve duygular aracılığıyla davranışı belleğe dönüştürme kavramı varlığını sürdürür ancak kişilik temelli bir çerçeve içerisine yerleştirilir: terapötik ilişki.

Katarsise yol açan (boşaltan) ve yorumlayıcı (aktarım temelli) yaklaşımları, Freud’un yaptığı gibi (diyalektik düşünce biçimini terk ettiği çarpıcı bir örnekte olduğu gibi) muhalif görme eğilimi mevcuttur.

Fakat bana öyle geliyor ki kişilik bozukluğundan mustarip travmaya uğramış bir hasta ile çalışırken, her iki yaklaşım da beraber kullanılmak zorundadır. Bu kitabın ana teması, bu tür hastaların travmatik durumları için özel bir terapi görmelerinin gerektiğidir ancak bu travma çalışması, sürekli bir şekilde kişilikle ilişki tabanlı bir çalışma içerisinde yer almalıdır.

Bu kitap, gelişimsel yaşlarda, beraberce meydana gelen (TSSB elbette her yaşta oluşabilir) kişilik (ya da karakter) bozukluğu ve travma üzerinde durmaktadır. Bu meydana gelişin ilk zamanı, bu tür eşzamanlı rahatsızlığın aşağı yukarı ayrılmazlığını belirler. Beyin araştırmacılarına göre “anısal” ya da “sözel” belleğin hüküm sürmeye başladığı 3 yaş civarına kadar hakim olan, “örtülü” ya da “davranışsal” bellek olarak adlandırılan eski bir bellek türü vardır (Brown, Scheflin ve Hammond, 1998 sf.89-90).

Bu bellek türü, yaşantıları, bilinçli anısal ifadeler ve kavramlar şeklinde değil, imgeler, algılar, duygudurumlar ve davranışlar şeklinde saklamaktadır. “Açık” ya da “anısal” bellek 3 yaş civarında bayrağı devralır ve çocuğa algılarını ve gözlemlerini sözcüklerle ilişkilendirme fırsatı vererek yaşantılarını anlatan ve organize eden bir ana hikaye yaratır.

Örtülü bellek, yaşam boyunca davranışsal bellekle koordinasyon içinde varlığını sürdürmeye devam eder ve belki de travmatik yaşantı örtülü bellekte “donmuş” bir vaziyettedir –anısal belleğin akışına katılmaya gücü yoktur çünkü (birisi varsayımda bulunur) bazı “tedbirli” nörolojik mekanizmalar, çok yoğun ve baskın girdilerin bilinçli farkındalığa aktarımını devre dışı bırakmıştır. Travmaya uğrayan kişi, sadece anısal bilinçte tam olarak bütünleşmeleri ve ifade bulmaları halinde çözümlenebilecek, gereksiz ve davetsiz duygulardan, algılardan, imgelerden ve tekrarlanan davranışlardan dolayı acı çekmektedir.

3 yaş öncesi biçimlendirici ve geliştirici yaşlarda şekillenen kişilik bozukluğu da örtülü davranışsal bellekte yerini korur ve tekrarlayan, uyumsuz davranışlarla kendini gösterir.

Freud’un (Breuer ve Freud, 1895) söylemiş olabileceği gibi, bilinçli olarak sözle ifade etme, hissetme ve hatırlama kapasitesi “düğümlenmiştir” (sf.52).

Bu tartışmayı genişletirsek: hem gelişimsel yaşlardaki ilk travma ve hem de kişilik bozukluğu örtülü belleğin etkin olduğu zaman ortaya çıkmaktadır ve kendi kendini çözümleyemeyen tekrarlanan davranışsal örüntülerle kendilerini göstermektedirler çünkü sözcüklere dönüşme olanakları yoktur. Dahası, her iki durumda da, sözcüklere dönüşme, bir derece katlanılmaz gibi görünen duygusal bir tıkanmayla engelleniyor gibi görünmektedir (örneğin travmatik yaşantı ve terk depresyonu).

Kısaca, tekrarlama zorlanımı kavramı hem kişilik bozukluğuna hem de gelişimsel travmaya özgü gibi görünürdü- davranışlar, duygudurumlar, sezişler yoluyla sözsüz olanı ifade etmek ve sözcüklerin eksikliğinden dolayı hüsrana uğramak için kendiliğin başarısız (ve bu nedenle kaçınmacı) bir girişimidir.

Kişilik bozukluğu halinde ikilemi yaratan anne-çocuk uyuşmazlığıdır. Gelişimsel travma halinde ise tehlike, anne-çocuk ikilisinin dışında meydana gelen bir duruma ya da anne-çocuk uyuşmazlığının acımasız karmaşıklığına dayansın dayanmasın, ilave bir unsur gibi gelmektedir.

Karakter oluşumu ve istismarı bir dereceye kadar farklı bir şekilde işlenmiş görünse de doğaları gereği birbirlerine yakın tecrübe edilirler ve birbirleriyle bağlantılı olarak algılanırlar. Çocuğun anne-çocuk ikilisini ilk algılaması etraflı ve geniş olduğundan gelişimsel travmanın her nasılsa ilişkiye özgü olduğu anlaşılacaktır, yine de yaşantı oluşabilir. Travma herhangi bir şekilde bu ilişkinin bir parçası olmuş gibi görünecektir ve böylece ilişkiye dahil olmaktadır.

Bilinçli belleğin geriye dönüşler ve davetsiz hatıralarla acı verici bir şekilde varlığını sürdürebiliyor olmasına rağmen, yetişkin yaşlarda görülen sürekli bir travmatik reaksiyonun (TSSB),  travmatik bir olayın kısmi ya da eksik örtülü belleğini kapsaması dikkate değerdir. Sonuç itibariyle, gelişimde etkili olan yaşlardan sonra meydana gelen TSSB, davranışsal örüntülerde kendini saklama eğilimine bir bakıma daha az sahiptir. Bu örüntüler (kaçınma ya da risk alma) var olsa da kişinin kişilik tarzı örüntülerinden oldukça ayrı bir şekilde görünebilir. Elbette ki, yetişkin travmanın ilk gelişimsel travmayı tetiklediği sık görülen örnekler vardır. Bu önemli bir klinik meseledir ancak gelişimsel travma ve sonraki yaşlarda sahip olunan TSSB arasındaki farkı gerçekte değiştirmez.

Kişilik bozukluğu ve gelimsel travmanın iç içe geçen ve benzer davranışsal örüntüleri, karmaşık bir insani fenomen sunmaktadır. Gelecek bölümde ele alınacak olan klinik anlamlar da karmaşıktır ancak bu kitap, teorik olarak mümkün ve uygulamada yararlı klinik bir problem yaklaşımının ayrıntılı bir haritasını çizecektir ı?^dr????f??rekli semptomları…

 

E. Rahatsızlığın devam süresi 1 aydan fazla…

F. Rahatsızlık sosyal hayatta, iş hayatında ya da diğer önemli faaliyet alanlarında klinik anlamda önemli sıkıntılara ya da zararlara sebep olur…(sf.427-429)

TSSB’nin DSM-IV’teki bu tanımı betimsel ve genel bir tanımdır. Bunun yanı sıra kuramsal olduğu için de, hastalarla çalışmayı kavramsallaştırma adına bir (köşe taşı değilse) mihenk taşı olarak kullanmak için pek çok klinisyen arasında fikir birliğine varılıp yeterli derecede onaylanan bir çalışma tanımı da sağlamaktadır.

“Travma” ve “TSSB” gibi terimler, karşı konulamaz dışsal olayların ruh üzerindeki etkisini sınıflandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Stresin bu şekli muhtemelen vücudun uğradığı bir şoktan ya da aldığı darbeden kaynaklanabiliyor olsa da, Wilson’un dediği gibi (1989): “travmatik olaylar bireylerin ruhlarında vuku bulurlar”

Devamı için tıklayınız